ESKİ TÜRKLERDE KADININ ADI VAR…
- Deniz YILMAZ
- 20 Mar 2017
- 4 dakikada okunur

8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nü kutladığımız içinde bulunduğumuz bu ayda,günümüz Türkiye’sine baktığımız zaman kadının varlığının hak ettiği değeri bulamadığını görmekteyiz. Her gün gazeteleri açıp haberleri takip ettiğimiz zaman onlarca kadının töre cinayetine kurban gittiğini, kocası veya sevgilisi tarafından şiddet gördüğünü, öldürüldüğünü, küçük yaştaki kızların zorla evlendirildiğini ve tüm bunlara dayanamayan çoğu kadının intihar ettiği haberleri ile karşılaşmaktayız. Çoğu insan tarafından kanıksanan bu haberler, günümüz hayatının gerçekleri olarak kabul edilmekte ve maalesef etkili bir şekilde mücadele edilmemektedir.
Gezici bir araştırma şirketinin, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü nedeniyle yaptığı araştırmaya göre: Kadınların yüzde 75’i “Hayatınızdan mutlu musunuz” sorusuna “Hayır” yanıtını verirken, yüzde 42’si istemediği halde eşi tarafından cinsel ilişkiye zorlanıyor. Evlenen kadınların sadece yüzde 36’sı kendi isteğiyle ve seçtiği kişiyle evlenmiş...
Oysaki gözlerimizi biraz olsun geçmişimize çevirdiğimiz zaman kendi öz değerlerimizde ve köklerimizde kadının ne kadar yüce bir mertebeye oturtulmuş olduğunu görmekteyiz.
Tarihe çıkış sahneleri M.Ö. 4500-4000 yıl geriler kadar giden Eski Türk Toplumlarında “Aile’’ en önemli sosyal birlik olarak kabul edilmişti. Dolayısıyla ailenin temelini teşkil eden kadın, gerek Türk destanlarında gerekse Türk geleneklerinde oldukça yüksek bir mertebeye oturtulmuştu. Kadın, erkeğin biricik yoldaşı, çocuklarının anası ve en önemlisi Türk Milletinin tek bereket kaynağı olarak kabul edilmişti.
Türk mitolojileri ve destanlarına baktığımız zaman kadının ilahi bir varlık olarak tasvir edildiğini görmekteyiz. Erişilip dokunulması, koklanması, kısaca beş duyu organı ile algılanmasının imkânı bulunmamaktaydı. Yine bu Türk destanlarında, kadın erkeğin her zaman yanındadır; erkeğin güç ve ilham kaynağıdır. Eski Türk inancına göre “Han ile Hatun’’ gök ve yerin evlatlarıdır. Kadının yeri yedinci kat göktür. Türklerin en eski destanlarından biri olan “Yaradılış Destanı’ na ’’ göre “Kadın’’kâinatın yaratılışına sebep olan ilham kaynağı olarak görülmüştür. “Manas Destanı’ nda’’ ise kahraman Manas`a zehir verilerek atıldığı çukurdan kurtaran eşi Kanikey Hatun ile oğlu Uruz’u kurtarmak için düşman ile savaşan Kazan Bey ‟in karısı Burla Hatun kadın kahramanlardan bir kaçıdır.
Bu dönemde kadının; at binme, silah kullanma ve savaşabilme gücüyle de değerlendirildiğini görüyoruz. Örneğin İskitler`de, her kadının İskit erkekleri gibi savaşçı ve asker olarak yetiştirilmesi geleneği vardı. Bundan dolayıdır ki İskitli göçebe kadınlar her savaşta erkekleriyle birlikte çarpışıyorlardı. Hatta destan kahramanları bile iyi ata binen, iyi kılıç kullanan, iyi savaşan kadınlarla evlenmek istemektedir. Nitekim Dede Korkut hikâyelerinden olan Bamsı Beyrek hikâyesinde yer alan "Banu Çiçek" bunun en güzel örneklerden biridir. Bir başka örnek ise Selcen Hatun`dur. Selcen Hatun düşmanların gece kocasına baskın yapmasından korkmaktadır. Kocasını uyarır, savaş başlar. Mücadele esnasında kocasının atı yaralanır. Savaşa hazır bir şekilde kenarda bekleyen Selcen Hatun atını düşmanların üzerine sürer ve düşmanları kılıçtan geçirmeye başlar.
Kadının sosyal hayat içindeki durumuna baktığımız zaman ise miras hakkına sahip olduğunu, kendine ait mülklerinin olabildiğini, kadınların da kocasını boşayabildiğini görmekteyiz. Kadının; Türk ailesinde babanın eşiyle paylaştığı baskıcı olmayan reisliği, baskıya dayanan ataerkil aile yapısından oldukça farklıydı.
Bu dönemde ilk şamanların kadın olduğunu ve bu nedenle kadın şamanların şaman topluluklardaki en güçlü ruhsal liderler olduğuna inanıldığını, Türklerin önem verdikleri haklara, ‘’ana hakkı’’ dediklerini ve bunu da ‘’tanrı hakkı ‘’ ile eşit tuttuklarını, Türk dilini analiz ettiğimiz zaman; Türk dilinde hiçbir cinsiyet ayırımının olmadığını görüyoruz.
Kadının yüceliği, Altay Dağlarının en yüksek tepesine “Kadınbaşı” ismi verilerek yaşatılmaya çalışılmıştır.
Devlet yönetimine baktığımız zaman, Hunlar döneminden itibaren kadınsız hiçbir iş yapılmadığını görürüz. Hatta öyle ki kağanın emirnameleri “Hakan buyuruyor ki‟ ifadesiyle başlamışsa geçerli kabul edilmezdi; Kağan’ın kararları ‘’Hatun’’ bu kararlara katılmadıkça geçerli sayılmazdı.
Yabancı devletlerin elçileri sadece hakanın huzuruna çıkmazlardı. Elçilerin kabulü esnasında hatunun da hakanla beraber olması gerekirdi. ‘’Hatun’’ hakanın soluna oturur siyasi ve idari konularda görüş beyan ederdi. Bazen de hatunlar tek başlarına elçileri kabul ederlerdi. Hatta bu tür faaliyetlerde öylesine büyük yetkilerle hareket etmişlerdir ki Büyük Hun İmparatorluğu adına Çin ile ilk barış antlaşmasını Mete`nin ‘’Hatunu’’ imzalamıştır.
Arap gezgini olan İbn’i Batuta şöyle der ‘’ “Burada tuhaf bir hale şahit oldum ki o da Türklerin kadınlarına gösterdiği hürmetti. Burada kadınların kıymeti ve derecesi erkeklerinden daha üstündür.”
Ebul Gazi Bahadır Han, Secere-i Terakime’de, Oğuz ilinde, yedi kızın uzun yıllar beylik yaptığını anlatmaktadır.
Aynı dönemde dünya kadınlarının hayatına baktığımız zaman;
Çinlilerde kadın, insan sayılmaz, ona isim bile verilmezdi. Çoğu zaman kız çocuklarına isim verilmez, "bir, iki, üç" diye çağrılırdı. Hayatı boyunca bir erkeğin nüfuz ve otoritesi altında bulunmak zorundaydı.
İngiltere’de XI. asra kadar kocalar karılarını satabilirdi. Hristiyanlar ise; kadına şeytan gözüyle bakmışlardır. Yine İngiltere’de kadın “murdar” bir varlık sayıldığı için İncil’e el süremiyordu. Kadınlar İncil’i okuma hakkına Hanry devrinde (1509-1547) sahip olmuşlardır.
İngiliz piskoposu Dour’un 1888 yılında Westminster Kilise’sinde vaaz verirken söyledikleri ; “Bundan yüz sene öncesine kadar kadın erkeğin sofrasına oturma hakkına sahip olmadığı gibi sorulmadan söze başlaması da caiz değildi. Kocası başının ucuna kocaman bir sopa asardı ve karısı ne zaman emrini tutmazsa onu kullanırdı. Erkek çocuklar ise; analarına ev içinde bir hizmetçi kadından fazla paye vermezlerdi.”
Eski Romalılar kadını her kötülüğün anası saydıkları için evliliği benimsemezlerdi. Eğer kadın kız doğurursa veya sakat çocuk doğurursa kocasının onu öldürme hakkı vardı. Kocası öldüğü zaman kadına miras kalmazdı. Kadının ev işlerini ihmal etmesi boşanma sebebi sayılmaktadır. Kadının mahkemeye gidişi ve şahitliği yasaktı.
İran’da kanları bozmamak için yakın akrabalarla evlilik uygun görülmüştür. Bu sebepten anaları ve kız kardeşleriyle evlenenler ortaya çıkmıştır. ( Özellikle Mazdeizm’in popüler olduğu dönemde.)
Cahiliye Araplarının kız çocuklarını diri diri gömmeleri bir gerçektir. Kız çocuğa sahip olmak onursuzluk sayılmıştır.
Hint anlayışında evlenmenin esas gayesi babaya varis olabilecek, babanın günahlarının affedilmesi için aile dinini devam ettirebilecek bir erkek çocuğa sahip olmaktır. Erkek çocuk aile için saadet, kız çocuk ise felaket sayılmaktadır. Eğer erkek kısırsa “karısının bir başkasıyla birleşmesine” müsaade ederdi. Dul kadınlar yeniden evlenemezdi. Ölen kocasının öbür dünyada da onun sevgisine ihtiyacı olduğu düşünülerek yakılarak öldürülürdü. Ölen kocasının üzerinde yakılan kadın, sadık ve saygı değer bir zevce olarak kabul edilirdi.
O tarihlerde hiçbir toplum kadını, Türkler kadar erkeklerle eşit saymamış ve hak tanımamıştır. Bu topraklarda, binlerce yıldır kadının serüvenin geldiği nokta artık çok farklıdır. Kendi törelerimizden ve geleneklerimizden kopup geldiğimiz bu nokta üzüntü vericidir.
Burada Eski Türk devletlerinde kadının ne kadar önemli olduğuna dair bir hikayeyi, anlatmadan geçemeyeceğim:
Söylenir ki, bir gün Cengiz Han, tüm hanları toplamış, sağ yanına da eşini oturtmuş; Cengiz Han hanlarına, -- ”Ben Hanlar Han’ı Cengiz Han, hepinizin hanıyım”, eşini göstererek; -- ”Bu da benim HAN IM” demiş. İşte erkeklerin ”eşim” anlamına söyledikleri ”hanım” kelimesi oradan geliyormuş.. . Ne kadar insanca değil mi? Kadının adı da var, yeri de var ve saygınlığı da var...
Comments